Pazar, Haziran 29, 2014

GERÇEKLERİ SAKLAMAK ESAS MIDIR?

Av. Fikret İLKİZ

Bilgi edinme hakkı temel insan hakkı mıdır? Evet, öyledir ve bu hakka işlerlik kazandırmak için 2003 yılında 4982 sayılı "Bilgi Edinme Hakkı Kanunu" kabul edilmiştir.

Amacı, "demokratik ve şeffaf yönetimin gereği olan eşitlik, tarafsızlık ve açıklık ilkelerine uygun olarak kişilerin bilgi edinme hakkını kullanmalarına ilişkin" esas ve usullerin düzenlenmesidir. Bu Kanuna göre; herkes bilgi edinme hakkına sahiptir.

Ama bu Kanun Türkiye’de bilgi edinme hakkını sağlamadı. Sadece bilgi edinmeme hakkının düzenlenmesine yarayan bir kanun oldu.  

Kanun vardı ama bilgi edinme hakkı Anayasada yoktu. 12 Eylül Referandumu ile 2010 yılında  "hak" olarak Anayasada tuhaf bir biçimde yer aldı.  Anayasanın "Dilekçe Hakkı" başlıklı 74. maddesi "VII. Dilekçe, bilgi edinme ve kamu denetçisine başvurma hakkı" olarak değiştirildi. 74. maddenin üçüncü fıkrası yürürlükten kalktı ve yerine "Herkes, bilgi edinme ve kamu denetçisine başvurma hakkına sahiptir” şeklinde yeni bir fıkra eklendi:

Böylece 2003 yılında kabul edilmiş olan Bilgi Edinme Hakkı Kanununda yer alan "Herkes, bilgi edinme... hakkına sahiptir" cümlesi Anayasaya taşındı.  

Anayasa yapılan bu tuhaf aktarmanın, yani bilgi edinme hakkının gerekçesi çok kısadır:
"Bireylerin, kamu kurum ve kuruluşları tarafından yürütülen iş ve işlemlerle ilgili olarak bilgi edinebilmesi, kamu yönetiminde şeffaflığın sağlanması bakımından büyük öneme sahiptir. Bilgi edinme hakkı, bu konuda çıkartılan özel bir kanunla düzenlenmiş bulunmasına rağmen, Anayasada bu hakkı doğrudan düzenleyen açık bir hüküm yer almamaktadır. Günümüz toplumunda büyük öneme haiz olan bu hakkın garanti altına alınmasının ileri bir adım olacağı düşünüldüğünden, madde de yapılan değişiklikle bilgi edinme hakkı Anayasada açıkça düzenlenmektedir."

Brezilya'da 1988'de, Kolombiya'da 1991'de, Paraguay'da 1992'de ve Arjantin'de 1994'de Anayasa değişiklikleri sırasında "halkın gerçekleri öğrenme ve bilgi edinme hakkı" kabul edilmişti. Türkiye’de ise 2010 yılında Anayasada “bilgi edinme hakkı” olarak yer aldı.

Soran olursa eğere; Anayasa da bilgi edinme hakkı var mı? Var!
Peki, uygulamaya baktığımızda bu hak Türkiye’de var mı? Hayır yok!
Bu hak sadece kanunlarda yazılıdır, bizim ülkemizde halkın bilgi edinme hakkı yoktur. Gerçekleri öğrenme hakkı ise hiç yoktur.
Gerçeğe çıkan tüm yollar, devletin “sır” alanları ile kanunen kapatılmıştır.
Sadece varlığı kanunlarda “yazılı” olan temel haklar vardır ve aslında yoktur. Halkın gerçekleri öğrenme hakkının önünde yasaklar, bilgi edinme hakkının önünde ise türlü çeşitli kanuni engeller ve sınırlandırmalar vardır. İşin özeti budur, örneği çoktur.   
Örneğin sınırlı sayıda yayın organına tebliğ edildiğini varsaydığım, medyada sadece yayın yasağı olarak “haber” olan ve bu şekilde medyaya duyurulan ama tebliğ edilmeyen ve tipik olarak halkın bilgi edinme ve gerçekleri öğrenme hakkının önünde sansür yaratan Ankara 9. Ağır Ceza Mahkemesi kararıdır.
Ankara C. Başsavcılığı Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçlar Soruşturma Bürosunun “Türkiye’nin Musul Başkonsolosluğunda bulunan ve İŞİD terör örgütü tarafından bilinmeyen bir yere götürülen Türk vatandaşlarının güvenliklerinin sağlanması için CMK 157 ve 5187 sayılı Basın Kanunun 3. Maddesine göre olay ve soruşturma konusunda yayın yasağı konulması” talep edilmiş. Ankara 3. Sulh Ceza Mahkemesi 15.06.2014 tarih ve 2014/377 D.İş sayılı kararı ile bu talebi reddetmiştir. Bunun üzerine Başsavcılık 16.06.2014 tarihli 2014/84425 soruşturma sayılı yazısı ile bu karara itiraz etmiştir.
İtirazı inceleyen Ankara 9. Ağır Ceza Mahkemesi kararında; “ Ankara C. Başsavcılığı Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçlar Soruşturma Bürosunun; mağdur edilen Başkonsolos ve görevlilerin yaşamsal güvenliklerinin sağlanması ve bu konuda gereksiz gerçeğe aykırı ve devletin zafiyetini ortaya koyacak şekilde yayınlar yapılması nedeniyle…”  yürütülen 2014/84425 soruşturmasına ilişkin olarak soruşturma konusunun “gerçek bir olaya” dayandığının anlaşıldığı belirtilmiştir.
Bu nedenlerle “ kamu güvenliği ve toprak bütünlüğünün korunması, milli güvenlik hususları” nazara alınarak Başsavcılık itirazı kabul edilmiş ve Ankara 3. Sulh Ceza Mahkemesinin kararı kaldırılmıştır.
Mahkeme Hâkimi bu soruşturma dosyası ile ilgili olarak “…her türlü yazılı, görsel basın ve internette soruşturma tamamlanıncaya kadar CMK 157 ve 5187 sayılı Basın Kanunun 3 ve Anayasanın 26/2 maddesi gereğince YAYIN YASAĞIKONULMASINA…” karar verilmiştir.
Demek ki “soruşturma tamamlanana kadar” yayın yasağı sürecektir. Olaydan anlaşıldığına göre açılan bu Soruşturmada sürerken suç failleri İŞİD militanları yakalanıp haklarında Türkiye’de dava açılana kadar yayın yapmak yasaktır. Varsayımsal olarak ve “muhtemelen”; soruşturma devam ederken yayın yapılırsa eğer; bu yayın “gereksiz” ve “gerçeğe aykırı” ve “devletin zafiyetini ortaya koyacak şekilde” yapılmış “yayın” olarak kabul edileceğinden; kamu güvenliği, toprak bütünlüğü ve milli güvenlik ihlal edilmiş sayılacaktır.
Bu bir mahkeme kararıdır. Yayın yasağıdır. Kanuni dayanağı vardır ama ifade özgürlüğü bakımından kabul edilemez bir karardır. Hukuka, anayasaya ve kanunlara aykırıdır.  Halkın bilgi edinme ve gerçekleri öğrenme hakkının ihlalidir. Yayın yasağı açıkça sansürdür. Soruşturmanın konusu olan bu olayda asıl olan; olup bitenlerin bilinmesi ve gerçeklerin öğrenilmesi esastır. Çünkü bu olay bakımdan şeffaflık ve hesap verilebilirlik ilkelerine bağlı bir yönetimin, hukuk devletinde halkından gizleyeceği bir şey olmamalıdır.
Öte yandan halkın bilgi edinme, gerçekleri öğrenme hakkını sağlaması gereken ve halkın gözü, kulağı olan medya organlarının, bu tür hukuka aykırılıklarla, yayın yasakları ve sansür kararlarıyla ilgili haber yapması, yasağa rağmen yayın yapması, yasağı tanımaması gibi ilkesel tavrı veya bu tür sorunları da kalmamıştır.
Yayın yasağı var mıdır? Vardır. Kararı kim vermiştir? Mahkeme vermiştir. O halde ortada bir mahkeme kararı bulunduğuna göre ona uymak gerekir. Yasak, yasaktır. Artık mahkemenin yayın yasağı koyduğu konu hakkında yayın yapılamaz. Bu durum normaldir!
İzlenen yol budur ve yayın yasakları artık kimsenin umurunda değildir.
Halkın gerçekleri öğrenme ve bilgi edinme hakkı;  her şeye rağmen ve özellikle yayın yasaklarının getirdiği “bilgisiz bırakılma” ve “gerçeği saklama” alışkanlıklarına dayalı devletin “sır” alanlarını sürekli genişlettiği ileri demokrasiye rağmen “vardır”.

Etiketler: , , , , , , , ,

Pazar, Haziran 15, 2014

HAZİRAN AYININ TUHAF TESADÜFLERİ

Av. Fikret İLKİZ

15-16 Haziran 1970 işçi sınıfının yıllar önce yarattığı direnişi ve öğretisi hala akıllardadır. Bu coğrafyada yaşandı ve tarih oldu. Anısı önünde saygıyla eğilirken; bu şanlı direnişten ders çıkarmanın sorumluluk ve görev olduğu fikrindeyim. 

Her dayanışma ve her direniş tarihte yerini alır ve zor kullanan bütün siyasal iktidarları geçmişten günümüze yargılar ve geleceğe taşır. 

Tuhaf bir tesadüf… Tesadüf 12 Haziran tarihi ile ilgili. Bir yıl önce ve bir yıl sonra. 

Adı  “gezi” davaları ve Türkiye’nin adliyelerinde görülmeye devam ediyor… Bazıları davaya dönüşmeden verilen takipsizlik kararları verilmekle bitti. Bazı gezi dayanışma/direnişleri için ceza davaları açıldı. Ama daha davaya duruşmaya gerek kalmadan ve hiç kimse duruşmaya bile çağrılmadan “hâkimler” derhal beraat kararları verdi. İddianameler iddianame olmakla kaldı. Yargılamalar ve yargılanmalar tarihinde her biri, yaşandığı gibi yerini aldı. 

Açılan bazı ceza davaları ise sürüyor. Bir yıl sonra yeni görülmeye başlanan davalardan birisi de Taksim Dayanışması Gezi Parkı ile ilgili dava… 12 Haziran 2014 tarihinde İstanbul’da 33. Asliye Ceza Mahkemesinde davaya “duruşma” ve yargılama başladı. Sanıklar davada sorgularını verdi ve duruşma (2014) Ekim ayına ertelendi. 

Tuhaf tesadüf… Çünkü bundan tam bir yıl önce, tam gezi dayanışma/direnişinin gazlarla boğulmaya çalışıldığı, insanların yerlerde sürüklenmeye başlandığı, gözaltına alındığı, işkence ve gayriinsanî muameleyle, en sert polis baskıyla dayanışma/direnişin kırılmaya çalışıldığı günlere rastlayan 12 Haziran 2013 tarihinde Avrupa Parlamentosu “Gezi” için karar almıştı. Bir yıl önceydi… 

Bir yıl sonra, Türkiye’de 12 Haziran 2014 tarihinde gezi davalarından birisi daha görülmeye başlandı ve bu ülke haklarını kullanan insanları yargılamaya devam ediyor…

Ne tuhaf rastlantı… 

Avrupa Parlamentosu 12 Haziran 2013 (2013/2664(RSP)- B7-0309/2013) tarihli Gezi protestoları hakkındaki kararının Konsey’e,  Komisyon’a, AB’nin Dışişlerinden Sorumlu Yüksek Temsilcisine, Komisyon’un Güvenlikten Sorumlu Başkan Yardımcısına, Avrupa Konseyi Genel Sekreterine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Başkanına, üye ülkelerin hükümetlerine ve parlamentolarına ve Türkiye Cumhuriyeti hükümetine ve Büyük Millet Meclisi’ne iletilmesi görevini Parlamento Başkanına vermişti. 

Avrupa Parlamentosu; 1950 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini ve bu Sözleşmenin toplanma özgürlüğüne ve ifade özgürlüğüne ilişkin hükümlerini, 1996 Sivil ve Siyasal Haklara dair Uluslararası Antlaşma ve özellikle onun ifade özgürlüğünü teminat altına alan 19. maddesi ile toplanma özgürlüğü hakkındaki 21. ve 22. maddelerini göz önünde bulundurarak bu kararı almıştı. 

Bundan tam bir yıl önce gezi olayları nedeniyle Avrupa Parlamentosu, Komisyon’un 2012 Türkiye ilerleme raporunu (SWD(2012)0336), Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nı, Avrupa Konseyi’nin 14 Aralık 2010, 5 Aralık 2011 ve 11 Aralık 2012 tarihli kararlarını hatırlatarak ve Türkiye ilerleme raporlarını göz önünde bulundurarak verdiği bu kararında bazı satır başlarına göz atmakta yarar var 

Avrupa Parlamentosu “uyarılarına” şu tespitle başlamıştı:  

“D. Başlangıçta sadece Gezi Parkı’nın (İstanbul) dönüşümü projesine karşı yöneltilmiş olan kitlesel gösterilerin, polis güçlerinin gaddarlığına ve Taksim Meydanı göstericilerine uygulanan şiddete tepki olarak hızla bir baskıya karşı protesto hareketine dönüştüğünü değerlendirerek;
E. İnsan hakları kuruluşları ve tabip odalarına göre son günlerde şiddet eylemlerinin artık ülkenin tümüne yayıldığını, dört kişinin öldüğünü, İstanbul’da en az 1.500 ve Ankara’da da 700’ün üzerinde yaralı olduğunu değerlendirerek;
F. Başlangıçta barışçıl olan göstericilere karşı Polisin yoğun olarak göz yaşartıcı gaz bombaları kullandığını ve ayrıca gaz bombalarının önemli bir miktarının da hiçbir göstericinin bulunmadığı konut alanlarına helikopterlerle atıldığını değerlendirerek, pek çok vesileyle göz yaşartıcı bombalarının evlerin içlerine atıldığını ve bunun da gereklilik ve orantılılık ilkelerini ihlal ettiğini değerlendirerek;
G. Ciddi iddialara göre, Türk hükümetinin, hükümet karşıtı toplaşmalardan gelen bilgi akışını durdurmak için sosyal ağları kilitlemeye ve internet erişimini kesmeye çalışmış olabileceğini değerlendirerek, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın sosyal medyayı "tehdit" olarak nitelediğini değerlendirerek;
H. Kitlesel gösterilerin ülkenin siyasal istikrarsızlığını ortaya koyduğunu değerlendirerek, popüler hareketlenmelerin geniş bir ideolojik yelpazeyi kapsamakla birlikte, her halükarda Türk halkının Erdoğan hükümetine ve iktidardaki AKP’ye karşı öfkesini açıkça ifade ettiğini değerlendirerek; (…) 
N. Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce şimdiye dek üç kez göstericilerin haklarının ihlalinden ve tutuklulara kötü muameleden hüküm giydiğini değerlendirerek;
O. Türkiye’nin bir aday ülke olarak demokrasiye saygı göstermek ve demokrasiyi ilerletmek, demokratik hakları ve insan haklarını güçlendirmek durumunda olduğunu değerlendirerek, Komisyon’un 2012 yılı Türkiye ilerleme raporunun, ön üyelik yardımı kapsamında yargı gücü ve polis reformuna 810 milyon Euro tahsis edildiğini not ettiğini değerlendirerek;
P. Tüm dünya halklarının neoliberal ve antisosyal politikalara karşı öfkesi yükselirken, demokratik gösteri hakkının giderek daha çok tehdit altına girdiğini değerlendirerek;
1. Türk hükümetinin göstericilere ve Türk halkına karşı uyguladığı devlet şiddetini şiddetle kınar;
2. Türk Çevik Kuvvet Polisi’nin siyasi partileri hedeflemesini şiddetle kınar;
3. Türk hükümetini göstericilere karşı uygulanan şiddete derhal son vermeye ve halen tutuklanmış bulunan tüm barışçıl göstericileri serbest bırakmaya davet eder; (…)
9. Gezi Parkı olayı ancak tetikleyici bir vesile olduğundan, Türk hükümetini bu halk ayaklanmasının esas kaynağını teşkil eden sosyal politikalarını, kültür politikalarını ve ekonomi politikalarını gözden geçirmeye davet eder;
10. Durumu normalleştirmeye katkıda bulunmak yerine yangına körükle gitmeye devam eden ve ülkedeki karışıklıkları daha da ağırlaştıran Türk yetkilileri kınar;” 

Avrupa Parlamentosu ana başlıklarına değinilen “kınamalar” sonrasında Türkiye’yi; AB müktesebatı ve ILO konvansiyonlarıyla uyumu temin için yeniden kanuni düzenleme yapılarak “derhal hayata geçirmeye” davet etmiştir.  

Bir yıl önce ve tam Gezi dayanışma/direnişinin sürdüğü ortamda hangi gerçeği akılda tutmak gerektiğine değinirken şöyle yazıp, şöyle söylemiştim: 

“ Birbirinden ayrı ama birbirinden ayrılmayan, sürekli birbirini etkileyen üç dünyada yaşıyoruz. Var olan, var olmuş olan ve var olacak olan… O halde bu günlerde yaşadıklarımız ve her direniş aslında, tarihtir. Tarih, geçmişe bakmak, onu değerlendirmek çabasıdır. Şimdiki zamandan ve gelecekten kopuk değildir. Zamanda akıp giden, insan yaşamıdır. 

Gezi Parkında ve bu topraklar üzerinde yaşananların hepsi, var olandır. İnsanın kendi değerlerinden var olmuş direnişidir. Gelecekte var olacak olan ise; direnişin ve insan onurunun korunmasıdır.  Hiçbir insanın onuru elinden alınamaz. Çünkü insan onuru, dokunulmazdır. İnsan onurunun dokunulmaz olmasıyla amaçlanan insan onuruna karşı her türlü müdahalenin önlenmesidir. Tüm devlet erkleri insan onuruna saygı göstermek ve korumakla yükümlüdür. Devlet, insan onurunun korunması ve ona saygı gösterilmesi ödevini yükleyen temel esasları oluşturmakla görevlidir.  Dolayısıyla temel hak ve özgürlüklerin omurgasını oluşturan düşünce ve ifade özgürlüğünün korunması demek, insan onurunun korunması demektir.  İnsan onuruna, devletlerin “yasaya dayanarak” veya “yasadan kaynaklanan” müdahalelerine izin verilmez, verilmemelidir. Çünkü onur, insana değer vermek amacıyla atfolunduğu için Anayasalar tarafından korunan bir değerdir. İçsel bir değer olan insan onuruna devletin cezalandırma gücü tarafından ulaşılamaz ve hatta zedelenemez.” 

Var olmuş olanların yargılanması ile var olacakların yargılanması nasıl bir yargılama olabilir? 


Her ceza davasında bir suçlama vardır ve yargılama yapılır. Açılan her ceza davasının sanıkları;  yargılandıkları bu davalarda, kamu vicdanı ve tarih önünde zor kullanan siyasal iktidarları yargılarlar. Görülmesi gereken bu davadır. 

Etiketler: , , , , , , , , ,